Perşembe, Nisan 27, 2006

Sakın

Gitme, dur!
Rimelin yastığımda kalmış…

Pazartesi, Nisan 24, 2006

Sağol

Bazen tek bir söz yetiyor bazı şeyleri bitirmeye; ama ya geri kalanlar?
(Çok masum gülüyorsun)
Keşke o bir tek söz her şeyin sonu olabilse, bunu başarabilse. Biliyorum, o da istiyor her şeyin sonu olabilmek gibi bir erdeme ulaşmayı, her şey olmadan önce ve olurken söylenmiş bütün sözlerin üstünde ve hatırlanası bir yer edinmeyi, biliyorum o da istiyor.
(Elbisen çok hoş)
Söylenebilir sözlerin çoğunu tüketmiş biriyim, bunu fark ediyorum ve sen karşımda öyle sadesin ki ağzımdan çıkmıyor, cümlelerimi süsleyemiyorum…
(Gözlük yakışıyordu sana)
Korkuyorum, evet, elinin elime değmesinden korkuyorum; felaketim olur, hissediyorum… Seslerim heyecanlı çıkıyor, bunun da farkındayım, ama ne yapayım, engel olamıyorum. Senden bir kudret bekliyorum, öyle bir şey söyle ki yarılıversin şuracıkta ruhum, sarıp sarmalasın dudağıma kadar gelen heceleri…
(Saçların yine uzun, ne güzel)
Sevgilim,
Şimdi birçok şey yitip gittikten sonra, kazanılmış güneşli günlerden bir sayfa tutuşturuyorum eline. Ağzından dökülen cümlenin asaletine şaşıyorum ve yalnızca şunu söylemeye yetiyor soluğum:
Sen de sağol…

Cuma, Nisan 21, 2006

Muamma

Kıyısında yürüdük hayatın
Kâh suya değdi ayaklarımız
Kâh ıslak kumlara battık
Ve anladık ki dönüp baktığımızda
Ne denizdeydik
Ne karadaydık…

Perşembe, Nisan 20, 2006

Heykel

Heykeller de konuşur sevgilim
Senin kadar güzelse...

Pazartesi, Nisan 17, 2006

Yirmi Yaşım

Bizim hiç kirpik falımız olmadı seninle
Hiçbir doğum gününü de birlikte kutlamadık
Oysa bir pastanın mumları gibiydik çoğu zaman
Ben üflendikten sonra çöpe atılacak aşklar biriktirdim
Sen benim yandığımdan habersiz bir dilek tuttun
Üflediler, söndüm
Sen benim yandığımdan habersiz
Söndüğümden umarsız…

İyi ki yandım, iyi ki söndüm
Bak, bir dilek paylaştık
Hiç yoktan…

Perşembe, Nisan 13, 2006

Yeditepe İstanbul ( http://yeditepeist.blogspot.com )

http://yeditepeist.blogspot.com

Biliyorum şimdi köşeyi dönüp sabahı zor etmiş hâlde Yusuf’un karşıma çıkma ihtimali yok. Yada Ferhan’ın hikayelerinde soru sorma şansım da yok, biliyorum. Hadi hiç olmadı Havva Ana ile karşılıklı birer bira götürme umudum da suya düştü düşecek. Bir de en önemlisi: gelmiş geçmiş en büyük aşkın haylaz çocuğu Ömer’i de gören olmadı son zamanlarda; başına bir iş mi geldi, diye çıkıp arama imkanım yok, kabul ediyorum.
Düşünüyorum, “Nedendir hayatın yatak altına kaldırdığı hayatlara bu kadar sarılıyorum” diye. Cevabı bulamayan bir adam olarak aslında çok da şaşırmıyorum bu duruma. İnat da etmiyorum. Çünkü biliyorum, bu insanlar bu şehrin bir yerlerinde nefes alıyorlar. Aşık oluyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, kavga edip, iş arıyorlar…
Biliyorum, Duru’nun güzelliği ona dokunmadığın zaman parlar. Geceye ay doğar, mahalleye Olcay. Ve sonra Ali vardır, kendini bulur siyasi tarih hayatı içinden.
Düşünüyorum, “Ben de bu hayatların parçası olsam” diye. Biçilmiş rollerimiz ve aşklarımız ne kadar da farklıydı oysa. Örneğin mutlaka zengin olmalıydık. Güzel bir aile kurup güzel bir işte çalışmalıydık. Güzel kadınlar sevmeliydik, güzel hayatlar, güzel yerler. Sonra “boşver” diyorum, “Zaten sen hep tahta evleri sevdin cam binalar dururken…”
Ama biliyorum: onlar bir yerlerde mahallenin romanını, Sazanların Tarihi’ni yazıyorlar…

* Yeditepe İstanbul tekrar bölümleri ile hafta içi her gün 17.50’de TRT1’de.

Pazar, Nisan 09, 2006

Kapılar

Herkesin kapıları vardır açılmayan, içinde sandık dolusu hatıralar.
Hatıralar ki yıllarca yüzüne bakmayıp da sandık lekesi olunca üzüldüğümüz. Annemizin arada bir havalandırmak için ulu orta serdiği, ardını görünür ettiği.
Kapıları vardır herkesin, içinde açılmamış kitaplar.
Kitaplar ki fiyatını görünce insanın ruhunu zorlar. Kapağında tanıdık bir ağırlık, içinden dökülen tozların renginde sonbahar.
Kapılar vardır hiç açılmamak üzere kapanmış.
Ve fakat bir gün bir kadın çıkıp gelir. Bir kadın tozu dumana katar, yaşanmış ne varsa ceplerinde kuruyemiş torbası gibi sarkar. Bir kadın gelir, bütün kapıları yıkar, bütün kokuları saçar, bütün tozları ışıkta pus yapar. Duvarların altında kalırsın, bir kadın çıkar.
Bir kadın ki okul kokar, bir kadın ki babaannemin ninnileri içinden beyaz geceliklerle, bir kadın ki çocukluğumun yanağına hınzır bir ben koyar.
Bir kadın ki minicik çocuk, ev bark hayallerine sarıp sarmalamış kendini.
Bir kadın ki ekmek parası peşine düşüp beslenmemin son bisküvisini sattığım, hayatımın ilk mektubunu göz yaşlarıyla ıslatıp büyüklere teslim eden.
Bir kadın ki el kadar kız çocuğu…

Perşembe, Nisan 06, 2006

Yağmurlu Şehrin Kına Gecesi

Bu son yağmurlardır, bilesin
Kar mevsimi başlar yakında
Aralık dedi mi
Gelinliğini giyer bu şehir
Senin gibi süslenir, bezenir
Sanırsın çoktan bahar gelmiş de
Şehir geç kalmış…

Bu son yağmurlardır, bilesin
Sonra ağlamak başlar
Ve sigaramın dumanında tüter gece
Derken sen gelinliğini giyersin
Bir koşturmaca başlar şehirle birlikte
Oysa sevdiğin ben değilimdir
Ve oysa ben seni
Çoktan söz vermişimdir bu şehre…

Bu son yağmurlardır, bilesin
Hayallerim başlar bir yerde
Sen mutlu mesut evindesindir
Bir adam beklersin akşamları, pencerende
O adam ben değilimdir
Üzülürüm, ağlarım
Hayallerim biter o yerde
Bu son yağmurlardır, sevgilim, bilesin
Ve son sevdadır gömdüğüm
Bu şehrin senden arta kalan yerlerine…

Salı, Nisan 04, 2006

Ben

Önce bir mısra gelir aklıma. Ama öylesine sahipsiz ve nereden geldiğine dair en ufak bir kanıt taşımaksızın. Gelir yerleşir yüreğime, beynime…
Sonra her an, her dakika, her saat ve hatta her gün yenileri eklenir bu mısraya. Bir tohumun filizlenip fidana dönmesi gibi büyür. Ve bir zaman sonra kanın çeperlere yaptığı basınç gibi zorlar ruhumu. İçime sığamaz olur.
En sonunda damardan boşalan kan misali mürekkep olup dökülür kağıda…
Kısacası,
Ben şiir yazmam; şiir, bana kendini zorla yazdırır.
Ve çünkü şairlik,
İnsanın kelimelerle savaşıdır…